Ağır adımlarla anfiye girdi. O bildik enerjisinden uzak, yorgun ve bitkin sesle “Arkadaşlar bugün temel fizik yasalarından biri olan “Simetri” üzerine değerlendirmelerde bulunacağım. Doğadaki her simetri, beraberinde bir korunum yasası getirir. Hermann Weyl’in tanımıyla simetri “Eğer bir nesne üzerinde bir şey yaptıktan sonra da nesne ilk halinde görünüyorsa, eğer nesne de bunu yapmaya imkân veren bir şey varsa, o nesneye simetriktir denir” şeklinde özetlenebilir. ” dedi.“Tıpkı Zuhal ve ben gibi” diye ekledi. Profesör, son cümlesini anlamayan öğrencileri sağ elini kaldırarak susturdu. “tamam çocuklar çıkabilirsiniz, hayatınızın simetrisini bulmanız ümidiyle” derken gözleri karardı ayakta durabilmek için kolları ile masadan destek alması gerekti.
Öğrencilerinin anfiyi terketmesinden sonra bir saate yakın masasında kaldı. Soldan üçüncü, merdiven başındaki sıraya uzun uzun bakıp; Zuhal’i gök mavisi gözleri dersi dinliyormuş gibi yapıp, akşam için muzip planlar yaptığını hatırladığında gülümsedi. Anılarındaki büyülü yolculuğu anfiye giren polis memuru bozdu.
-Prof.Waltz Mayer siz misiniz?
-Evet
-Bayım size saldıran dört Türk ile ilgili görüşmemiz gerekiyor. Bir süre daha sizi Berlin Merkez ofisinde ağırlamak durumundayız.
-Bakın memur bey, arkadaşlarınıza saatlerce anlattım. Zuhal’in nerede olduğu hakkında en ufak bir bilgim yok. Akrabaları olduğunu tahmin ettiğim dört Türkün beni benzettiği -benzettiği diyorum, şanslıymışım- beni öldürmek için gelen bu canavarların elinden Koreli öğrencim Woo Jin kurtardı. Zuhal’in gurubun kalan üyeleri tarafından karayolu ile Türkiye’ye kaçırıldığını düşünüyorum.
-Hikayeyi baştan alalım profesör…
-Memur bey yapm..
-Profesör lütfen.
“Her şey geçtiğimiz sonbahar başladı. Zuhal’le üniversitemize kabul edildiği ilk gün tanıştık. Fizik kurallarını alt üst eden bir çekim gücü olduğunu akademisyen kimliğim üzerine bahse girebilirdim. Hiç bir madde Zuhal’in karşısında eylemsiz duramazdı. Ben de duramadım. Günlerce dirensem de, öğrenci-eğitimci ilişkilerinde kılı kırk yaran, disiplin timsali ben yenildim. Kısa bir süre sonra Zuhal’in uydusu oluvermiştim. Gençler buna ilk görüşte aşk deseler de ben; bilimsel tarafından bakarak, enerji yoktan var edilemez, varken yok edilemez demiş, Zuhal ile açığa çıkan sonsuz bir enerjinin beni teslim aldığını kabul etmiştim. Çelik bir zırh kadar güçlü karaktere, melekleri dahi kıskandıracak duru bir güzelliğe sahipti. Olağanüstü bir kızdı.
“İnsan olduğumu, nefes alabildiğimi ve hatta kedileri dahi sevebilmeyi öğrenmiştim Zuhal’ in sayesinde. Sınav notlarında iltimas geçmeyi kabul etmeyecek kadar yüksek ahlak ve vicdan sahibi bir insanla beraber olmanın sonsuz hazzını anlatmaya kelimeler dahi öksüz kalırdı. O anlatıyor ben dinliyordum. Kendimin öğrenci, Zuhal’in profesör olduğunu söylediğimde gülümser; “kendine haksızlık ediyorsun, sen bilim adamısın, karanlık geceleri aydınlatan bir mumsun, dediğinde ağlamıştım. Karanlık geceleri aydınlatır mıyım bilmem ama, sayısız ödüle, uluslararası başarılara, yüzlerce makalelere imza atmış Prof. Herr Waltz Mayer, bir mum gibi eriyordu Zuhal’in ellerinde..
Derslerden sonra Berlin sokaklarında köşe kapmaca oynuyor, müzelerde dinleniyor, cafelerde saatlerce sohbet ediyorduk. Üniversiteyi bitirdiğinde ülkesine dönüp, geleceğin Türkiye’si için çocuklar yetiştireceğim diyordu. Vakıf kurmak en büyük hayaliydi. Coğrafya kaderdir derdi. Ülkesindeki insan topluluğunun yaşam standartları arasındaki uçurumdan hayıflanır, yaşadığı bölgedeki insanların modern hayatın bir çok nimetinden haberdar olmadığına üzülürdü. Düşünsene Waltz, tuvalet kültürü olmayan, kışın saatlerce kızak üzerinde doğum yapmaya giden insanların yaşam mücadelesi verdiği bir ülkenin evladıyım, borcum var ülkeme. Çok çalışmalıyım dediğindeki gözlerindeki hırsı görmemek için sanırım kör olmak gerekirdi. Dünyanın bir numaralı sanayisi olmakla övünen bir Alman vatandaşı olarak bir parça Coğrafyamdan utanmıştım. Evet bilim, teknoloji ve sanat ülkelerin gurur kaynağıydı. Ama iyi bir insan olabilmek için hiç bir kurum eğitim vermiyordu.
İyilik öğretilemezdi. Sağlıklı bir insanın kırk altı kromozom ile hayata merhaba demesi kanıtlanmışken; şayet araştırılırsa iyi insanların kırk yedi kromozomla dünyaya geldiklerine mesleğim üzerine bahse girebilirdim. Fazladan bir kromozom tanrının mucizevi hediyesiydi sanki. İyi insanlar, Zuhal’ler sanırım doğdukları ülkenin çok büyük şansıydı. Bizler disiplin ve başarı üzerine şartlandırılmış, zoraki hayatın gerçek anlamını ıskalıyorken..
Aklım almıyordu. Yaşıtları barlarda sabahlara kadar eğlenirken yirmi bir yaşında gencecik bir insan nasıl bu kadar idealist olabiliyordu. Ailesinin sosyal durumunun iyi olduğu halde, Berlin’deki bir kaç sevimli barda çalışır para kazanırdı. Benim kazandığım bir kaç kuruşun anlamı çok büyük derdi. Bir akşam kendisine ulaşamamış, oda arkadaşına nerede olduğunu sormuş, deli kızı yine evsizlerin takıldığı Kreuzberg banliyösünde bulabileceğimi söylemişti. Deli Kız? Zuhal? Çok şaşırmıştım, bu bölge tekin bir yer değildi. Başına bir bela almasından korkup arabamla Kreuzberg’e gittim. Bir saat sonra, orta bir yerde gecenin karanlığını ve soğuna ilaç olabilecek ateşiyle koca bir varil etrafına toplanmış, şarkılar söyleyen evsizlerin arasında buldum Zuhal’i. Çölün ortasında açmaya yüz tutmuş Kana Çiçeği gibiydi. Profesör veya evsiz, toplumdaki yerin, görevin, statün ne olursa olsun Zuhal’e bulaşan sonsuz pozitif bir enerji kaynağında buluveriyordu kendini. Bilinmez bir madenin derinliklerinde bulunmayı bekleyen bir elmas parçası gibiydi sanki. Çok değerliydi çook. Bir süre hareketsiz kalıp izledim Zuhal’i. Evsiz ve dilenci bu yoksul insan gurubu ne yaptığını sorduğumda; dilenerek etrafta biçare gezen bu insanlardan çok şey öğrendiğini, yoksul olanın asıl bizler olduğunu, zamanı kontrol edemeyen, istediğini yapamayan, koyduğumuz anlamsız kurallara uyma zorunluluğu ile hayatı ıskalayan, geçmişi ile değil bugünü yaşamayı arzulayan bu insanlara aşığım demişti. İnsanlık için buluşlara imza atmış ben, insan olma nedeninin bu kadar basit bir kaç öngörüden ibaret olduğunu görememenin acı sızısını yüreğimde hisettmiştim. Kelimenin tam karşılığı buysa evet aşıktım ama daha çok “hayrandım” Zuhal’e. Bedenim ve dahi ruhum teslimdi. Esaretin ilk kez insana iyi gelebildiğini öğrenmiştim.
Dünyanın göz bebeği Berlin gibi romantik bir şehirde kırk yaşında profesör ünvanına sahip olmak kolay değildir derler. Evet hiç kolay olmadı. Yirmi iki yıl gece ve gündüz fiziğin kölesi oldum. Geçtiğimiz haftaya kadar Berlin Teknik Üniversitesi’nde kürsü başkanıyken maalesef ilişkimizi öğrenen üniversite yönetimi tarafından aforoz edildiğimi dekanın odasında öğrendim. Yıllardır bilim için yaşadım, bir parça kendim için yaşamak istemiştim yazılı tek cümlelik savunma dilekçemi kabul etmediler. Profesör ünvanımın azli için Ulusal Üniversiteler Birliğine mektup gönderdiler. Yarın beni asistan yaparlarsa şaşırmam. Sorun değil. Tanrı karıncayı yok etmek isteyince ona kanat takarmış. Zuhal’i tanıdıktan sonra görünmez kanatlarımın olduğunu farkettim.”
İçinde bulunduğum durum Zuhal’i fazlasıyla üzmüş olduğunu telefonlarıma cevap vermeyişinden anlamıştım. Bana, mesleğime ve geleceğime zarar verdiğine inanmıştı. Oysa geleceğim ta kendisiydi. Varsın ünvanım elimden alınsındı. Üniversiteden atsalardı. Güneşin, denizlerin, rüzgarların enerjisinden yararlanabiliriz, ancak, insanoğlunun sevgisinin enerjisinden yararlanmayı öğrendiğimiz gün, ateşin keşfedildiği gün kadar önemli olacak diyen De Chardin ne kadar haklıydı.
Üniversite yönetimi, Zuhal’in ailesine bir mektup yazarak malum durumumuzdan bahsetmiş, ebeveynlerin durumdan haberdar edilme hakkını kullanmışlardı kendilerince. Almanya buydu, disiplin ve kurallar çemberini aşmadığın sürece özgürdün. Kırk altı kromozom insanlardan mühendisler yetiştirmek, kırk yedi kromozoma sahip insanları göz ardı etmek.
Durumun asıl ciddiyetini iri yarı dört insan tarafından öldürülesiye dövüldüğümde anlamıştım. Sosyal durumu iyi olan Zuhal’in ailesinin nüfuzlu ve çok güçlü bir aile demek olan Aşiret kelimesini duyduğumda öğrenmiştim. Çok sosyal bir aileymiş!! Polisler ile konuşan doktorum, namus konusu diyorlar Waltz. Dikkatli olmanı öneririm. Türklerin özellikle ülkenin doğu ve güney doğu bölgelerinde kız çocukları üzerine anlamsız saçma kurallar yüklediğini duymuştum. Dolayısıyla sen evlilik dışı bir ilişki ile şimşekleri üzerine çektin. Ölmediğin için şanslısın. Yıkılmıştım. Namus mu, ne namusu, ben namussuzluk yapmadım ki demiştim kemiklerimden gelen yoğun acı bedenimi hastane odasında esir alırken..
Günlerce haber alamadım Zuhal’den. Okul kaydının ailesi tarafından silindiğini üniversite yönetiminden öğrendim. Karar verdim, kaybedecek bir şeyim kalmadığında bana her şeyi veren Zuhal’i bulmak üzere Mardin’e gidecektim. Hayatımızda sınıra geldiğimiz bir an daima gelir. İşte o anın coşkusu ve Zuhal’ e kavuşma arzusu ile ilk uçakla Mardin’e uçtum.
İnsan hayatındaki iki yılın ruhuma kattığı sonsuz özgürlük hazzının ateşi ile yandığım sırada pilotun ikazı ile uçağın Anadolu toprakların üzerinde uçtuğunu duyunca heyecandan kaskatı kesilmiştim. Tarih boyunca bir çok önemli uygarlığın barındığı Anadolu topraklarındaydım artık. Parayı bulan Lidyalılar, en eski insan topluluğu ile Göbeklitepe, Hristiyan aleminin temellerinin atıldığı İznik, masallara konu olan bir gizem barındıran, felsefi düşüncenin çıkış noktası olan Doğu ve Batı’nın verimli toprakları, dünyaya miras bıraktıkları gelişme ve yenilikler üzerinde kurulmuş efsanevi Anadolu uygarlıklarını düşledim. Doğu mistisizminin doğuşunu gören, matematiğin ve astronominin ve dahi geometrinin ortaya çıkışındaki öncü isimleri büyüten ve doğusundan batısına nakledilen bilginin inanılmaz evriminin insanlığa olan kazanımları ile Anadolu toprakları üzerinde uçarken kafamdaki tek bir soruya cevap alamıyordum. Bu kadar uygarlığa ev sahipliği yapmış bu toprakların namus cinayeti gibi çağdışı bir kavrama gönül veren insanların yaşadığı bir ülkeye nasıl evrilmişti? Uygarlık ile beslenen bir toplum, bir kaç yüzyılda nasıl bu kadar cahil bir hale gelebilmişti? Bilemedim.
Daha önceden anlaştığım bir rehber aracılığı ile Turist görünümünde Mardin’de Zuhal’i arayacaktım. Okyanusta inci arayan balıkçı misali. Tehlikeli ve sonu hüsran olabilecek bir yolculuktu bu. Hazırdım. Ruh ikizimi arıyordum. Başıma gelebilecek her türlü felakete razıydım.
Günlerce Mardin’i altını üstüne getirdim. Malum Aşiret tarafından deşifre olmamak için gizli gizli yaptığım araştırmalar sonunda bölgenin en nufuzlu ailesinin yaşadığı şehir dışındaki bir malikaneye doğru yola çıktım. Çok yorulmuştum. Buradan bir sonuç çıkmaz ise geri dönmeyi planlıyordum. Belki de öldürülmeyi. Kale gibi korunan Malika’neye girişinde sorguya çekildim. Almanya’da profesör olduğumu, Zuhal Talay’ı aradığımı rehberim vasıtasıyla girişteki korumalara söyledikten bir kaç saniye sonra yaka paça Malikanenin avlusunda beni bekleyen bir adamın önüne atıldım. Sinsi sinsi gülerek, İyi olacak hasta doktorun ayağına gelirmiş beyim diyen adam suratıma sağlam bir yumruk indirmişti. Zavallı rehberim de benim sayemde iyi bir dayak yemişti. Ulan sen deli misin? Ne cesaretle buraya kadar gelirsin. Seni öldürmeyi beceremeyen bir avuç salak burada olsalardı ne şenlik olurdu. Oysa ki onlar derin ve huzurlu bir uykudalar dediğinde sonumun geldiğini anlamış, son bir deli cesareti ile “Zuhal’e olan aşkımdan geldim demiştim. Şayet bana bir şey olursa Alman makamlarına gerekli bilgileri verdim. Uluslararası bir kepazeliğe sebep olmak istemezsiniz, şansınızı zorlamayın dediğimde bayılana kadar dayak yediğimi hatırlıyorum. Sonradan Zuhal’in babası olduğunu öğrendiğim zorba adam tarafından günlerce malikanenin kilerinde hapis kaldım. Bir gün gözlerim bağlı bindirildiğim araç ile rehberim ve ben havaalanına götürüldük ve Almanya’ya paketlendim. Sahibine teslim edilmemiş bir koli gibi Berlin Havaalanına atılmıştım. Yorgun, bitik ve Zuhal’siz kendi ülkemdeydim. Evet yaşıyordum, yaşamasına ama ayakları adım atmaya müsait bir ölü gibiydim. Nedendir bilemiyorum o an bir çok bilimsel buluşum geldi aklıma. Ama mutluluğa yol açan tek şeyin aşk olduğu fikrinin modern dünyanın yeni bir buluşu olduğunu geç farketmiştim.
Olan biten her şeyi anlattım size memur bey. Zuhal’i özlüyorum. Ruhum ve bedenim bin parça. Aşk kimsenin kurtulmak istemediği bir hastalıktır. Buna yakalananlar asla iyileşmek ve bu yüzden acı çekenler de tedavi olmak istemezler.
Koşar adımlarla anfiye giren başka bir polis telsizle az önce aldığı anonsu soğuk bildik polislik görevinin şanına yakışır şekilde söyleyiverdi.
-Yüzbaşım, arkadaşlar Spree nehrinde kayıp Zuhal Talay’ın eşkaline uyan bir ceset bulmuşlar.
Okuduğum bir kitapta yazar şöyle der: “Sevdiğim bir kadını sonsuza dek kaybetmiş olabileceğimi bildiğim halde Tanrı’nın bana sunduğu yaşıyor olduğumun tadını çıkarmayı denemeliyim. Hepimizin yaşamın sanatçıları olduğumuzu Tanrı biliyor. Bir gün heykeller yapmak için elimize bir çekiç veriyor, başka bir gün resim yapmak için boyalar ve fırçalar ya da yazmamız için kağıt kalem veriyor. Fakat bir çekiçle resim yapamazsın, ya da bir fırçayla heykel. O yüzden ne kadar zor olursa olsun acı çektiğim için yola çıktığım Ruhun yolculuğu‘ nda artık sona gelmiştim. Dışarıda güneşli parlak bir hava var. Çocuklar sokaklarda çocukluğunu yaşıyorlar. Evsizler ve dilenciler varilde yanan ateşe bakarak şarkı söylüyorlar. Zuhal yaşıyor”
Sevgili Taner’ciğim..harika bir hikaye, bir çırpıda okudum, başa dönüp bir kez daha okudum, seni yürekten tebrik ediyorum, selam ve sevgiler..
Fatih abiciğim çok teşekkür ediyorum. Beğendiğine çok sevindim. Eksik olma abi. Selamlar